14 Kasım 2011 Pazartesi

Tuğla imalatı


Gerçek milat deniz seviyesinin yirmibeş kulaç altındadır,
diyerek başladı söze kayzer şoze.
Orada yatar aklınızın çukurlarındaki sorular.
Belki de o çukurlardır soru işaretlerinin,
noktalarının yarattığı izdüşümleri.
İzobarları, izohipsleri.
Coğrafya dersinde hep düşünmüştü,
eğer sular akar da biterse dünyanın suyu,
ne olur diye.
Kayzer şoze güldü bu düşünceyi aklının üstünden,
geçerken gördükten sonra.
Cümle de devrildikçe devrildi ama belli ki
sebebi var bu devrimlerin,
ihtilallerin, lâllerin, hilâllerin.
Denizin altındaki milattan bakabilirsek eğer
gizli bir tarih kitabına.
Görebileceğizdir bazı gizli tanrıları
ve onlara tapan, helak olan ya da olmayan,
kıvranan ve sivrilen.
Keçi çobanları, taş oyucuları,
mağara korkakları, yeraltında tünel kazan kör sıçanları,
at üstünde rüzgar öpen birtakım kavimler,
boylar ve tokaryanlar.
Bunların hepsi hem buzul kovaladı hem kaçtı buzuldan.
Çünkü buzul erirse fark ettirmiyor.
Çaktırmadan koca bir havuz oluyor.
Neyse bu havuz patlıyor bir süre sonra.
Sonra ne kalıyor afanasyevo ne pueblo.
Al sana koca koca kanyonlar.
Sonra birden aydınlanma çağı gelir.
Kafasında peruklu amcalar ekonomiyi,
kölelikle beraber tartışır.
Bu sırada sarıklı amcalar da kelamcıların atom teorisine çok kızarlar.
Müteferrika ve Cezayirli Sakız Efendi ile
Sina yarımadasının orospuları
tek bir kayıkta cima eder.
Buna kızan alt tabakanın köleleri de bilemezler ki
pueblonun kıtasında birtakım savaşlar yapılmakta.
Ne olursa olsun suyun altında kalan
milat çizgisine yengeçler ve balıklar dışkılamakta.
Birbirine çok benzeyen iki yengecin arasındaki uzaklığı,
dünya ile dünyanın kaderi olacak bir gökcismi arasındaki
uzaklığa oranlarsanız.
İşte o zaman tuğla sıçacaksınız.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Alakurt nasıl vejetaryen oldu




bir büyüğüne soracak kadar bile dilinin dönmediği zamanda,
ruhunu bilip hüzünlendi isen eğer,
günde iki kez kalbinin söndüğünü hissedip endişelendiysen,
ve aldığın nefesin ve atacağın her adımın,
sana büyük dertler yaratacağını da bildiysen.
ellerin ve ayakların küçücük,
gözlerin merakla parıldıyorsa,
bil ki sen ne koyunsun ne karınca...

üzerinde siyah bir post ve yakanda beyaz bir yular.
muallimin anlattıkları kulağından elindeki kaleme akar.
bir harf düşmeden ak çimenli düzleme,
usunda yeşerir o harf, büyür beslenir.
yarın olur, bir çağ olur geleceğin gözünde canlanır.
görecek iken kilidini hayatın,
kulağında muallimin kıskacı peydahlanır...

yüce bir yaratıcıyı hep bildin ve andın saygı ile,
lakin bir takım mahluklar geldiler sinsilikle.
sana söyledikleri ile yaratıcının söyledikleri,
hiç birbirini tutmadı kalbinde.

alakurt bakma atana onlar yılmış,
seni de yıldıracaklar alakurt.
kapatma perdesini kalp ile usun,
tiyatrosunu hayalin ve düşün.
kapama kulaklarını gecenin en derinindeki ağıta,
kapama gözlerini alakurt.

Akıncı

tanrıların ızdırap çektiği,
o ıssız ve suyunun kıymetli olduğu,
geceleri bol ışıklı bir battaniyenin altında,
ayak ucunda yanan alevle raks eden,
kalçaları bronz,
gülüşü bir peyote kadar uzamsız,
kadının fırını sıcak.

çölümün fırtınaları keser buz gibi.
kaşlarının arasından şahlanan ve
yanaklarındaki vadileri besleyen,
derelerin derininde saklı balıklar.
pullarında geçmişe ve geleceğe dair,
sırların hikayelerini söyleyen,
yılanların dilleri yakar,
yakar ayağımın ucundaki alevi.

aramızda duran koyu renkli şişe.
ellerimiz ve dudaklarımız arasında gezinen,
ilgilenmezsek küsen zamk kokulu cüce,
kemiklerimize ve damarlarımıza işlerken,
ardımızdaki göç kervanından gelen bu dize,
misklenir basılan her bozkır çalısından.
süslenir basılan tellerden gelen.

11 Ağustos 2011 Perşembe

Levha

oturmuş koltuğuna, bakarken gökyüzüne,
türlü türlü noktalar, çok acaip sarmallar,
hop dedi biri kaydı,
yıldızlar ve gezegenler,
tamam bakıyorsun bunlara ama
ne haddine isim vermek?
sen kimsin lan düdük?
oturduğun koltuktan,
ne haddine hüküm vermek?

koskoca bir kainat, her an devinip durmakta,
içinde bir kum tanesi, masmavi pırıldamakta,
üzerinde virüsler, yalanlarla boğuşmakta,
tipin biri de oturmuş, deriden koltuğuna.
bir elinde sek viski, öteki eli sikinde.
karşısında kadınlar, raks edip inlemekte.
senin ne haddine ulan, hüküm vermek sağa sola,
emretmek insanlara, küfretmek olanlara.
ne haddine diyorum piç?

aman bunlardan bana ne?
zaten canım da sıkkın.
hergün alkol almak, neye yarar bre bıçkın?

neyse hacılar ve hocalar,
bunlar yitik zamanlar.
yarın kim kalır dünyada, bugün kimler doğacak?
birazdan atacağım adımları,
yarın kimler hatırlayacak?
ışkın huzurunda attım imzamı,
alacağım ve vereceğim nefeslere dair,
ve aşık olacağım insanlara dair,
rakamların yazılı olduğu,
o acaip akde
attım imzamı...

Kara şeytan

pencerelerinden ormanı ve dağı izleyebildiğim,
yekpare tek odamda,
kocaman bir dolap ve içinde kıyafetlerim,
insanlara, hallerine, olan biten olaylara,
düğünlere, cemiyet toplantılarına
ve cenazelere özel,
birbirine benzese de detayında saklı cevheriyle,
bir takım gömlekler ağırlıkta,
bazı kunduralarım sert fırtınalara,
bazı ceketlerim de eleştirilere dayanıklıdır,
iki tane croatia,
biri krallığa, öteki müdürlüğe,
ütülü ve asılı durmaktalar...

bir sene önce salıverdiğim kaderimin kara şeytanı,
ansızın geri dönmüş.
gözünde o sekreter gözlüğü ile sırıtırken,
aklıma rakının buharını sokmuş.
anlatırken ve anlattırırken ısrarla,
unuttuğum bazı planları devreye sokmuş.
üzerimde inzivanın cübbesiyle otururken ben,
bir takım sokak çatışmalarının haritalarını sermiş,
rakı sofrasının ortasına utanmadan,
hayatıma biçtiği hikayelerin cüzlerini dökmüş...

çocukluğumun o varoş eğlencelerinin geçtiği,
döşüme sallanan çakının düştüğü sokağa,
ya da ilk rakı içtiğim ve naralandığım,
ya da ilk kez dokunduğum kadınlığına o kevaşenin,
o sokağı mesken edip boynumdan öptü kara şeytan.
girip binasına o sokaktaki yeni inşa edilmiş,
yiterken merdivenin dönemecinde,
kalbin mezarlığındaki zombilerin aklına girmiş
ve dönerken malikaneme doğduğum ay parlarken,
yabanın itleriyle bir münakaşa biçmiş
ama unutmuş ben daha iyi kükrüyorum.
unutmuş hala aynı salınımda ilerliyorum,
unutmuş kara şeytan...

29 Haziran 2011 Çarşamba

Şikayet

yaşı olmayan bir ruhun yaşlanan etimin içinde can bulması gibi,
kalbimi kandırabilmek için mucizeler arayan gözlerimin efendisi us gibi,
damarımda dolaşan kaynayan kanın uzuvlarımda kıyam etmesi gibi,
ben de dua ederim, ben de umut ederim.

bir yaradan ararken usumla değil kalbimle bakarım.

davul her zaman aynı ritmi çalmıyor.
yağmur bile her sene aynı mevsim yağmıyor.
aşk denen yürek tutulması kalleş...
ne zaman gelip kanınını emeceğini söylemiyor.

gündelik hayatın da bir ritmi var evet.
hepimizin mahkum olduğu bir davul sesiyle var eder kendini bu meret.
kürek mahkumlarıyız, medeniyet gemisinin.
isyan uzak bir kıyı keşfedilmemiş.
ne adı ne tadı bilinen meyveleri, yemişleri dişlenmemiş.

bir ışık, bir hayal, bir çiçek.
saç örgüsü gibi dolanıp.
kökümden tacıma doğru sarılıp.
kıpraşan özümde neden durdunuz?
neden o ışk, serap ve gül; don değiştirip;
uluların elleri oldunuz?
ey o çatlamış elleri ile kalbimi sıkan ulular,
neden dünyayı özleyince ruhumu üzer oldunuz?

23 Haziran 2011 Perşembe

Fırtınadan sonra açan çiçekler

bozkırın meclisinde kurulu çadırlar,
her ateşinde kaynar tütsülü sular.
içlerinde ganimetin kadınları,
karınlarında kızıl soyun döllerini saklar.

işte o yamacın vadisinde dizili sütunlar.
oralara hükmedecek umayın kazanında tohumlar.
dalgası şiddetin akarken güneşin battığı yöne,
şarkısını yazacak ışk ile tınılayan bu udlar.

bir keşiş gelecek seçmeye torununu,
sırtında keskin kayalarıyla vadiler.
kesesinde kırmızı şapkalarıyla bu cinler,
kutsayacaklar bu bağların koruğunu...

Avlanır rengini, rüyalarda kızıllar...

ava gidenlerin ardından,
yakılan ateşlerde pişen aş,
cuğulan yünler,
cuğulan balalar,
düşen güneş,
anlatamaz asla şarkılarını avcıların.
anlatamaz yabana atılan adımların,
o anlamsız ve ritimsiz,
dualarını şamanın.

ey maral, kara gözlü al yanaklı maral.
oğullar kızlar verdin bu ananın koynuna maral.

elinde yay emin adım.
ilerliyor avlakta avlun.
titretiyor göğsünde yay,
şamanının dolunayın.

bir aş daha pişecek.
o güzel tınılı türkülerle.
uyandırmadan ataların.
doyuracak kalpleri aş.
gecenin en derininde,
buluşacak elleri ışk.

17 Haziran 2011 Cuma

Keşişleme

boğuk borularını duyunca irkildi,
boz orduların boz keşişlerinin,
toz bulutunu görünce sakladı,
sırtındaki vadilerin sebebini.
sakladı her kan izini kiliminin.
sakladı yek bohçasını ızdırap hicretinin.
aklı zangırdarken nefesi yek,
kalbi dörtnala giderken sessiz ve tozsuz,
gözleri o tuğlayı arıyordu duvarda süssüz.

bastı sırtını tuzlu duvara kara keşiş,
kılıçlar ve mızraklar inip kalkıyordu gecenin gölge oyununda.
haykıran ve yalvaran sesleri dinlerken yitirdi aklını,
burnunda sidik ve bok kokusuyla ağladı,
son nal sesi yitene kadar sırtını dağladı,
kara keşiş o an aklında yitirdi sebeb-i hicretin,
işte o an ellerinde biçimlendi kilidi bahtının.

lakin ne acı, ne ızdırap, ne katledilene yakılacak ağıt,
ne hatırası silinmişcesine sırıtan güneş,
ne de şahit olduğuyla ufka doğru yiten son hilal,
durduramazdı keşişin kalbindeki devinen nârı
topladı bohçasını duasını ederken kara keşiş.
ıslıkladı yılkısını ölenlere yakarken tütsüsünü kara keşiş.

Dünyanın çekirdeği

kalbimde ismin ve cism-i latifinden bazı kareler,
hala canlı ve hala gürül gürül yanıyorlar.
gel gör ki aklımda bazen,
ne ismin kalıyor,
ne de elimi tuttuğunun hissi.
kalbim ne aklımı ne de külli kalbi dinlemiyor.
bana o külli kalbin marifetleri gibi de geliyor.
aklım bunları düşünürken seni unutuyor.

bir dua ile bağladığım kuvvetler,
şimdi yavaş yavaş çözülmekteler.
dünyada kimse kalmasa bile,
bu kalp hep aynı gürültüyle yanacak gibi duruyor.
başımdan kıçıma kadar uzayan yılanın o kalın zırhı var ya,
dün tutuldu ay ile beraber.
şimdi kütürdüyor.

yavaş yavaş çözülen kuvvetlerden dileğim,
şu alevi de yavaş yavaş söndürmeleridir.
rica ediyorum çok.

Karayel

güneşi cezalandırmaya giden keşişler misali
boz cübbeleri ile kara ordular
bastıkları kaldırımlardaki kızıl kanı
ve göğün sancağından indirdikleri gibi
kızıl alevler içindeki güneşi
artlarında bırakarak sokaklarda yankılanan nal seslerini
tırısla girdiler geceye doğru,
doğu yolunun süvarileri

bozkırın mahkemesine kazıdıkları sözler
dalganın çekilirken kumda bıraktığı köpükler gibi
parıldarken,
zaferin abını yudumlayanların gözlerinde,
merhamet maskesini düşürdü tanrı kalplerinde

o kızıl meyveyi gördüler düşlerinde
ve her akşam batıyordu gökte günahlı
ve kızıl bir meyve geçmişlerinde
karanlığa batan o meyveye şarkılar söylerken
boz keşişler hazırlanıyordu yurtlarında
bozkırın akdini bırakmaya artlarında...

16 Haziran 2011 Perşembe

Yesod

yolun sonu için verilen tüm sözleri
ve edilen bütün yeminleri
ânda
ve uzamın ötesinde
bir ışığın huzurunda
lehv-i mahfûza kazırken
yektik ve hep kardeştik
mühür kırılınca arzın mezarında
uzak dağlara serpildik

3 Haziran 2011 Cuma

Zor oldu söylemesi

o ufukta parıldayan,
bazen görünen, bazen de hayalimde beliren,
beyaz ve bir o kadar temiz görünen,
o dağın zirvesine düştüğünde aklım,
cebimde erikler ve elimde bir salkım.
üzerinde oturduğum kekik gibi kokuyordu,
ve camdan ve sedeften işlemeleriyle tahtım,
o ufukta parıldayan zirvede duruyordu.

büyüdük ve kirlendik demiş şair.
evet ben de büyüdüm,
ve ben de kirlendim şarabıyla aşkın.
kavgalarının delikanlılığın,
temizlerken kanlarını ve çamurlarını,
çalarken saz, üflerken nefes ney-i harabın,
gecenin ufkunda yeni bir güneş gibi parlıyordu tahtım,
bir türlü ulaşamadığım...

artık ne erikler kalmıştı ne salkımlar.
şarabı da masalarda ve mezelerle içer olmuştuk.
tıngırdayan udun ve kanunun sesinde demlenir olmuştu aşk.
bendirin her vuruşunda daha bir sert çarpıyordu kalb.
dökülen saçlarımı da fışkıran beyazları da saymayı unutmuştu us.
dökülen rakılar, saçılan şaraplar.
dağın ruhuna yakılan alevlerde bu rakslar.
eteğinde zirvenin vurulmuştum sana ben.
tahtımın kokusunda kekik.
çıkacaktım yamaçları geri bakmaksızın, dakik...
sunacaktım sözlerimi parıldayan gözlerine,
gözlerin akik.

güneş, denizin ufkundan doğarken,
rengi değişir bir anlığına.
o anda sundum dileklerimi akikten tanrıçama.
güldü,
kabul etti dileklerimi ama,
güneş çıkmıştı tamamı ile ortaya.
sabret dedi bir ses kulaklarıma.
bekle bir ay tutulacak kızıl iken bu rüya
işte o an kavuşacak nefesler bir olmaya...

Bu bent gelen sele dayanabilir mi?

kalbime çöken ağırlık gibi düşüyordu gökyüzü.
aklımdan silinmiyor hala, gülümseyen yüzü.

perçemi gibi bulutlar düşüyordu yoluma.
kalbimi koşturuyordu sarılırken koluma.

sus kadın, söyleme, yüreğim yarılıyor.
gök gürülderken sanki, cennet çağırıyor.

cennetten bir yıldırım, düşse de alsa canımı.
gönlüme bıraktığın ateşten, evvel silse adımı.

âb idi hayatıma neş'e katan, yaradan.
lakin şimdi bir bıçaktır can özümü kanatan.

içtikçe şar'âbını aşkın, kilit vurdum dilime.
kaidemde bir şahmaran, dolanıyor özüme.

bakma ey göz, parıldama, ruhum kanatlanıyor.
usun mahpusunda sözler aşka isyan ediyor.

hüküm veren de olsa, ismim şimdi anlamsız.
gökte güneş de olsa, yolum artık ışıksız.

sabır ey kalb, sabır bekle, biraz daha nefes ver.
bu karanlık geçer elbet, kanın sakla ümit ver...

Karar kapısına geldiğim zaman

seni gördüğüm geceden beridir,
her kadının gözlerini seninkilerle kıyaslıyorum.
daha güzelleri de gördüm tabi
ama senin bana baktığın gibi bakan olmadı.
daha parlakları da vardı ama
o ışıltıların kaynağı kalpten değildi.

ismimi söylediğin andan beridir,
her gece başımı yastığa koyduğumda,
cıgaradan her nefes alışımda,
rakının ilk yudumunda,
geceleri yıldızlara baktığımda
o güzel sesin kulaklarımı okşar.

elimi tuttuğundan beridir,
kalp atışlarım,
mey sofrasına oturuşlarım,
uykuya dalışlarım değişti.
bıraktığım alışkanlıklarımı hatırladım.
daha yavaş yürür oldum ve daha yavaş konuşur oldum.

şimdi nefes almak bile ızdırap verici.
korktuğum başıma gelmek üzere.
dağın zirvelerine yağan bir yağmur var.
sular bu bendi yıkmak üzere...

3 Haziran 1963, Ustaya Saygı...

Fevkalâde memnunum dünyaya geldiğime,
toprağını, aydınlığını, kavgasını ve ekmeğini seviyorum.
Kutrunun ölçüsünü santimine kadar bilmeme rağmen
ve meçhulüm değilken güneşin yanında oyuncaklığı
dünya, inanılmayacak kadar büyüktür benim için.
Dünyayı dolaşmak,
görmediğim balıkları, yemişleri, yıldızları görmek isterdim.
Halbuki ben
yalnız yazılarda ve resimlerde yaptım Avrupa yolculuğumu.
Mavi pulu Asya'da damgalanmış
bir tek mektup bile almadım.
Ben ve bizim mahalle bakkalı
ikimiz de kuvvetle meçhulüz Amerika'da.
Fakat ne zarar,
Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar
her mili bahride, her kilometrede dostum ve düşmanım var.
Dostlar ki bir kerre bile selâmlaşmadık
aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz.
Ve düşmanlar ki kanıma susamışlar
kanlarına susamışım.
Benim kuvvetim :
bu büyük dünyada yalnız olmamaklığımdır.
Dünya ve insanları yüreğimde sır
ilmimde muamma değildirler.
Ben kurtarıp kellemi nida ve sual işaretlerinden,
büyük kavgada
açık ve endişesiz
girdim safıma.
Ve dışında bu safın
toprak ve sen
bana kâfi gelmiyorsunuz.
Halbuki sen harikulâde güzelsin
toprak sıcak ve güzeldir.


Nazım Hikmet Ran

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Yolun bir kısmı

sessiz ve yalnız çekerken kayığını,
küçük elleri ve kirsiz hayalleri ile
soruları, sorguları
utanmaktan kızaran yanakları,
hangi yöne kürek vursam diye düşünürken kaybetti,
o taze, o günahsız zamanları.

soramazdı yıldızların anlamını.
güneşi görene dek sürüklenirdi kayık.
diyemezdi aysız gecelerin rüyalarını,
kabuslarını.
hangi yöne kürek vursam diye düşünürken rastladı,
o hain kaya kayığının böğrünü parçaladı...

sabırla onardı yaralarını.
lakin ardına bağladı damarlarını.
su aldı kayık, gömüldü gövde.
uzamın ağlarıyla örüldü gölge.
çektikçe küreğini kirlendi defteri,
lakin dümen eyledi parçalanan yerleri...

sessiz ve yalnız çekerken kayığını,
büyük elleri ve yalan sözleri ile
kandırdıkları ve kullandıkları
ve özellikle aldattıkları,
ah ile doldurdular gökyüzünü,
yağdı lanetin o boz yağmurları...

su aldı kayık gömüldü okyanusa,
elinde bir kürek ile sarıldı bir yunusa,
yedi yıllık uykusunda arındırdı tuzlu su.
uyanırken dalgalandı karanlık, derin apsu.
bağdaşında kayanın, önünde bir perde var,
kulağında uğultu, omurunda alev var...

22 Nisan 2011 Cuma

Pasaport kontrolü

tozdan ve sigaradan, bir de yakan güneşten,
ters esen rüzgardan, motorun eksozundan,
ağzım, yüzüm, gözüm, kulağım sarılı.
ötüyor kulaklarımda pistonlar gürülü
gürül gürül kavruluyor ciğerlerim,
üzüntüden ve telaştan.
akılda dolaşan soru yüklü tilki kervanlarından.
kaktüsler ve ufuktaki tepeler geçmesi gerekirken kadrajdan,
sen ve yağmur dolu londra var,
yetişilmesi gereken bir jet ve içilmesi gereken viskiler...

üç yıl dört ay olmuş baktım takvime, alıp çantanı gittiğinden beri,
terk edip beni yalnız koyduğundan beri,
üzülmedim tek kelime etmemene.
çünkü haklıydı usundaki mahkeme.
benim dünyam toprak ile güneşe
seninkisi bulut ile denize, hasret ve bir o kadar imanlı,
duaların yağmurluydu geceleri.
haklıydın çekip gitmekle.
burada ne eğlence ne neonlar ne hayat,
yalnız bir çöl, çizmede toz, paslı kapı,
dudakların kurusa da ben vardım lakin,
kalbin kuruyunca yetmedi, sözlerimin ağdası sakin...

eskiden okyanusa giden yolları severdin,
sonra aynalardaki yollara sevdalandın.
önceden çıplak bir lambada ederdin raksı,
sonrada ne masalar ne barlar kaldı basmadığın.
biliyorsun bağlamadım kendimi sana asla,
ne hayatına ne de güzel ruhuna,
yatağından kalkanların namına,
dudağından tadanların ardına,
etsem de küfür, sövsem de tanrıların tahtına,
mutlu idim barakamda yekpare.
duyana dek haberini biçare...

en son kalbim bu kadar,
takarken yüzüğü parmağına ve
yavrumuzu cennete göndermeden önce atmıştı.
ama şimdi alnımdan ter değil gözümden yaş süzülüyor.
çünkü görüyorum ki sen de süzülmüşsün bir hayalet gibi.
ne suyun ne canın kalmış kadın neye idi öfken?
ne burnun ne gözün kalmış kadın ağlama dur!
bırak buraları gidelim yanımda dur,
bırak bu hayatı, bırak tüketen bu duvarları gel bana,
gel ki gidelim anamızın koynuna...

yetmedi dualarım, yetmedi gözyaşlarım,
büyülerim, ayinlerim, kurbanlarım ve misklerim.
cehennemin melekleri, baal'ın bebekleri,
geçiyorlar dizi dizi ellerinde ruh tuzları.
sanki kanım dökülüyor, kemiklerim eriyor.
gökten gelen kahkahalar ciğerimi kemiriyor.
vazgeçerken pandoranın, o haşmetli kutusuna,
ne umut var ne de korku, hayatımın kalanına...

hayatın bu sahnesinde, perde kapanmadan son celsede,
son sahneyi atalarım ve kanımdan kalanlarım,
rüyalarım ve düşlerim, gündüz gördüğüm hayaller,
avucumdaki çizgiler, çöl ve bozkır,
toprak ve güneş ile sonlandıracağım.
hayatımı ruhumun vatanında sonlandıracağım...

15 Nisan 2011 Cuma

Ok

oku, yaradanın adıyla, tadıyla ve miâdıyla,
bildin kimleri hakan? kimleri kendine halk?
kıbleyi uzam ve yıldızları nizam,
giydin hırka-i muazzamı rûyan.

doku, yaradanın sözüyle, gözüyle ve közüyle,
yanar alaz kırk bin yıldır özüyle,
döner turnalar ve ak başlı kartallar dölüyle,
döner kurnalarda kumrular bendirin nefesiyle...

koku, yaradanın bokuyla, çişiyle ve helvasıyla,
koku sarar savaş meydanlarını son kılıç da düşünce yere,
sanma ki çeliğin ve kanın kokusudur destanları süsleyen,
hepsi de bok kokusudur, çıkan cana eyvah eden, ağlayan...

oku, yaradanın adıyla atar arjun, kurukşetra sallanır,
kırk bin yıldır savrulur, kanla doyar ballanır,
kılıç kında ise oğullar, gömer babalarını,
kanda ise babalar gömer oğullarını...

oku, yaradanın adıyla, sanatıyla ve sazıyla,
tıngırdıyor aşkın teli bozkırın ayazına,
kırk bin çadır kuruluyor yol var tanrı dağına,
güneş tezden ısırıyor, döl var tanrı soyuna...

14 Mart 2011 Pazartesi

Humuslu toprak

sanat dalları olimpiyatlardan çıkarıldığından beridir,
ne nükleer denemeler ne komünist ülkeler,
ne de hızla gelişen teknolojiyle şaşıran kitleler,
beynimin yürek kısmındaki boşluğu kapatamıyor.

toprağa ayaklarımı çıplak basıp, ellerimi de derinine soktuğum zaman,
vücudumdaki elektrik çıksın yalanıyla kovuşturuyorum,
ah bu insanlar, salak sorularını umursamadan soran insanlar…
halbuki bilseler neden yaptığımı,
iskenderin adımlarının ritmini aradığımı,
kilise babalarının ve zerdüştlerin,
özellikle farstan akan dervişlerin,
ağızlarından düşen kırıntılarla beslenen,
toprağa sızan kanlar ile harcını karan o karıncaların
da adımlarının ritmindeki makamın,
ermeni beyleriyle laz oğullarının,
hazar hakanıyla arap şeyhinin,
ve özellikle balkanlardan gelen kavimlerin,
ölüye de diriye de yaktıkları türküler,
aynı makamdadır desem dinler mi beni bu mankurt sürüler?

tamgaladılar tamgaları, hayvanları, insanları,
tarlaları ve dağları sonra taştan yapıları,
alevlerle, boyalarla, kızgın demir, keskin bambu,
aidiyet ve mülkiyet, köleler ve cariyeler,
katiller, hırsızlar ve casuslar,
bir de evlenmek isteyenler,
tamgaladılar tamgaları, kollarını, ellerini,
karanlıkta duvarları ve taşları ve kuşları…

sanayi devrimi dünyayı kasıp kavurduğundan beridir,
kasıp kavrulan şeylerin çoğaldığını düşünüyorumlar
benler ve bendeki senler ve bizlerdeki onlar
dünlerini düşünüyor yarınları için dünüşüyor ve bugün dövüşüyorlar…

22 Şubat 2011 Salı

Göç zamanı türküsü

ne zaman gülmüştü tanrılar? ne zaman ağlamıştılar?
ne zaman başlamıştı ay güneşi takibe?
ve ne zaman yıkılmıştı yedi balkonlu kule?
kitaplardan da eski bu anlarda bile,
bir kavim var ki namı, söylenir dilden dile,
tek makamdan yakılan bir ağıttan öte,
farklı kandan ve tinden bitmiş olsalar bile,
farklı renkler birleşip, yollara düşüştüler.
bir tamgayla dağlanıp raks edip üşüştüler.
her kavmin yetimleri, öksüzleri, piçleri,
aynı kaptan aş için ateşte sözleştiler...

altınından çivitine, kızıldan karasına,
tüm nehirler akar gider, tanrılar havzasına,
hayat verir, hayat alır, medeniyetler taşır.
dünyanın damında ruhlar, çocuk gibi oynaşır.
küçük insancıklar giymiş, kaftanları taçları,
ellerinde asalar, bellerinde kuşaklar,
gözlerinde bir fer var, sözlerinde tanrılar,
adaletin dünyaya damladığı o yerde,
ellerinde kitaplar, hüküm verirler serde,
dizerler insanları sıra sıra evlere,
bölerler bu ruhları alem işlesin diye,
kimi kabul eder amma kimisi de aykırı,
eğilmeyen boyunların kimi kopar ayrılır,
kimi kaçar, bürünür mavilere allara,
ellerinde çalgılar düşerler hep yollara,
olsa da binbir millet, yüzbir bayrak, on kitap,
vardır suyun altında tek alevli hür bir halk.