29 Kasım 2008 Cumartesi

Buz Tapınak

Esirgemeyen ve bağışlamayan soğuğuyla, çıplak ayaklarının bastığı çatlak kayaları işkence yoluna çeviren dağ cinlerine ve karlı havaları seven tanrılara sövdü bilmediği o dilde. Acılarının çatallı ağzında yankılandı ahı ve ateşvari ışıkları ile nefret kustu elindeki asa. Sanki daha fazla adım atmasın diye haykırıyordu tüm öte âlem ve sanki unutmuştu yolu attığı adımlar ne kadar tanıdık gelse de.
Yeşil olduğunu anımsadığı cübbesinden tavus kuşu tüyleri çıkardı ve çıplak ayaklarının altına koydu ihtiyar. Soğuk, bir bıçak misali giriyordu gözlerinden ve fısıldıyordu rüzgâr yanlış zamanını ziyaretin. Ama sormalıydı kahrolası kâbuslarının geçmiş mevsimin.
Tenhaların meleklerini çağıran şarkıyı söyleye söyleye geldi eşiğin yanına ama eşik yerinde kocaman bir kadın oturuyordu hırıltılı nefesiyle. Güzergâhını kestiremediği bir gece göçüne çıkmıştı sanki evi gibi bildiği bu rüya yolculuğunda. Kadın, ürkütücü kör gözleriyle bakarken açtı ağzını ve donuk gümüşi hünnap kuşları saçıldı ağzından. Çığlık çığlık haykırdılar ihtiyarın gizli ismini ve üstüne kustular çözücü tılsımları. Yüksek yamaçlardan kayalar koptu ve üstüne yıkıldı şaşkın ihtiyarın.
Sol omzuna baskı yapanın, arabanın sürücüsü olduğunu anlaması biraz uzun sürdü ve çapaklar yüzünden geç oldu açması gözlerini yeşil cübbeli ihtiyarın. Kirli saçlarının dibinden akan terleri sildi ve “Geldik mi?” diye sorabildi, kuruyan ağzını dili ile devirmeye çalışırken. “Evet” dedi işini yapmaya çalışan sürücü ve ihtiyarı dürttüğü sopasıyla çekti bohçalarını arabanın üzerinden. “Bak efendi, şu patikayı takip edersen suyun yanındaki hana varacaksın” dedi arabacı ve kavşak bekçisine birkaç metelik attıktan sonra arabasına yöneldi.
İhtiyar, bohçalarından aradığı şişeyi bulduğu sırada arabacı atlarını sürüp gitmişti bile. Kemiklerini sızlatan kışı bir nebze üzebilmek adına iki yudum aldı brendisinden ve gideceğini zannettiği patikanın izlerine baktı sakince. “Güneyi çıplak kayaları takip et, sonunda görürsün hanı” dedi kavşak eri, sanki ihtiyarın karların arasından yolu nasıl bulacağını düşündüğünü anlamışcasına.
Yürüdü ve kemikleri ağrıdı ama hava keskin olmasına canlandırıcıydı brendi aromasıyla beraber. Yerden aldığı karlar ile yıkadı yüzünü ve bir kez daha canlandı beli ve doğruldu ayazında gökyüzünün. Baktı güneşe. Baktı yolun bittiği yamaca. Sanki bir şelale olmalıydı hanın değirmenini döndüren ama buz sütunları ışıldıyordu davetkâr bir tapınak gibi.
Cübbesinin kıvrımlarından bir tavus tüyü ve mektup çıkarıp verdi elleri yağlı hancıya ve bekledi odasının hazırlanmasını. Sanki rüyasındaki korkunç kadının sesi vardı mutfakta. Sanki hırıltısıyla bir şeyler anlatmaya çalışan küçük bir kör kadın. Başı düşerken geldi hancı ve götürdü ihtiyarı odasına.
Kırmızı kaplı kalın defterini açtı ihtiyar ve yazdı.
“Balıkların uyuduğu ayın ortasında vardım tembih ile mühürlenen şelaleye. Katran kokulu kâbusun ardından gelmez oldu mücevherin cinleri ve kara ve küçük bir kadın peydah oldu eşikte”
Defterini kapadı. Sarımsakları ve balık pullarını havanda dövdü. Toprak dolu kesesinden bir tutam aldı ve hepsinin üzerine ekti brendiden bir yudum.

Küçük Kör Kadın

Mumların yaktığı gecenin külleriydi, kapısının önünde süpürülen, nefesinin sesiydi süpürgeyi tutan küçük kör kadının. Uyanmıştı gene bu sese ve hatırlamıştı defalarca “git, bu kapıda durma” dediğini küçük yaşlı kadına.
Hancıya anlattı derdini; “kadın” dedi, “bilir misin kimdir?” diye sordu, “durmasın kapımda” dedi, “çalışmam, uyumam lazım, gürültü ediyor” dedi.
Uzun-uzun baktı hancı yeşil cübbeli ihtiyar adama. Ellerinin titrediğini gördü ve ağzının kenarındaki balık pulu gibi parlayan şeyleri de gördü hancı. “Tamam, ilgilenirim” dercesine salladı başını ve döndü tuhaf kokular gelen mutfağına.
Yeşil cübbeli ihtiyar yürüdü, süpürgelikleri gölgeli koridorda ve girdi tek pencereli odasına. Pencereden süzülen güneş yalancıydı ve yılın ilk günüydü ekinoksu baharın. Koyu kırmızı kaplı, kalın kitabını açtı karga tüyüyle ayırdığı sayfasından ve okudu:
“Yerdeki çam iğneleri arasından ve olası karınca yuvası kapılarından, yağmur yağarsa ıslanmayacak yerlerden ve gece domuzların basmayacağı taşların kuzeylerinden uzak yere bir kuyu aç. Kara insanların denizinden gelen inciyi oraya koy. En yakın gölün dibinden çıkardığın kum ile ört üstünü ve bir avuç ardıç tohumu da serp üzerine.”
Elini cebine attı ve kalan birkaç tohumu da üç ayaklı ateşin közüne karıştırdı. Yazı kutusunu çıkardı. Karga tüyünü seramik okkasına daldırdı ve “kadını gönderdim” notunu düştü okuduğu pasajın yanındaki boşluğa ve şu rüyayı gördü yeşil cübbeli ihtiyar:
Ufak adımlar atmak zorundaydı çünkü uçurumun dibi kırmızıydı. Bazı yerlerde basamağa sadece ayak başparmağı sığıyordu ve bu romatizmalarını hatırlatıyordu ona. Kendini bıraksa uyanacağını bildiğinden devam etti uflaya puflaya ve erişti her zaman oturduğu o güzel manzaralı eşiğe. Çok uzun süre beklediğini anımsadı çünkü yağmur yağıyordu karşısında. Ve yağmura kadar beş mevsim boyunca izlemişti kuzuların nasıl kocaman koyunlar haline geldiğini. Yağmurun arasından büyük damlaları toplayarak geldi haberci. Fare derisinden yapılma ve bir o kadar da pis kokan kesede verdi suyu yaşlıya ve kulağına fısıldadıkları eski bir lisanın anımsanamayacak olan tekerlemelerinden biri idi. Küçük şeffaf yaratıklar dedi haberci ve sarı yapraklar. “Âdemin bir kılı için harca hayatını ve az kaldı kökünü yapmaya. Yerine koymaya ve acıyla kıvranmaya. Kerubiler için verdiğin kurban yerini buldu ve adın yazıldı levh-i mahfuza”. Lavtasını kavradı haberci ve yavaşça ayrıldı eşikten tınılar arasında.
Bu sefer kapısında duymadı küçük kör kadının nefes sesini. Gözlerinde kalan ilaç kalıntılarını dudaklarına sürdü.

Mücevher

Gecenin en soğuk ve karanlık anında çıkar, çiğ dağıtan küçük saydam yaratıklar. Küf gibi kokar ve kuru yerlerde sıkıntılı olur bu şeffaf, küçük varlıklar. Gözyaşları onları çeker, çünkü gözyaşlarında mücevherler vardır yastıklarının altına saklayacakları. Sessiz ve endişeli olurlar toplarken bu kristalleri. İncitmek istemezler sahibini bu madenin. Mücevherleri toplar ve pınarına yakın ışıltılı kürelere, kendilerinden bir parça bırakırlar, ağlayanın hüznüne merhem olsun diye.
O ağlayan koymuştur kurallarını oyunun ve mağlup olmuştur aslında. Gecenin en soğuk ve karanlık anıdır, dökmesi için içindeki kederi. Kendi elleri ile oymak ister o parlak küreleri ama içindeki küçük ruh sızılıdır ve sadece bu ruh duyar kokusunu küçük şeffaf yaratıkların.
Belki de çağlardır kanıyordu o yarası ruhun ama hiçbir beden anlamamıştır neden bu yara ve nerede bunun tedavisi. Belki de gecenin hanımının mirasıdır çocuklarına bu yara ve herkeste var olsa da kanamaz her zaman.
Bir şans sunduğunda gecenin hanımı, kendini kaybeder o ağlayan ve koyar kurallarını kendinde olmadan. Ayın karanlık yüzüdür hanımın toprakları ve insan sayar gördüğü toprakları her gece ve her gece.
Ateşle pişmeli ki ruhun anlasın suyun içindeki büyüyü. Durmadan döner su ve ateş. Durmadan döner her var olan öz her gece ve gündüz. Koca uzayın ıssızlığında uzanır Ruhani Âdem. Uzayın ıssızında ve soğuğunda haykırır nefesini kederin ejderi.
Bu rüyayı gördü yeşil cübbeli ihtiyar ve güzü bekledi ilacını kaynatmak için. Sis alnını kanatsa da durmadı, kuru yaprakların çiğlerini topladı. Gece göçmelerine izin verdi yatağında yaşayan cinlerin, çünkü kokusu berbattı bu ilacın onlar için. Suya dokunup su ile konuşan cinlerdi bunlar ve küçük şeffaf yaratıkların da yaratıcısı idi onlar.
Eski bıçağıyla sürdü ilacı gözlerine ve yattı gecenin en karanlık anında rüya görmek için. Aynı uçurumda bekledi habercisini öteki diyarın ve aynı eşikte oturdular rüya saatlerince. Yitik aşkların, savaşların, ağlamaktan bıkmayan çocukların ve arka ayaklarındaki nallardan rahatsız olan atların hikâyelerini anlattı haberci ona.
Küçük lavtasında tınılandı sabahın şarkısı ve sakince ayrıldı haberci öteki diyara.
Ateşi çoğaltması gerektiği ile uyandı ihtiyar. Hangi saçları tutuşan kadını düşleşmişti, hatırlayamadı. Elinde, yalnız ve pusulasız yolculuğunun haritası. Üçayaklı ocağında parladı alev ve kıpkızıl oldu eski bıçak. Esnek esnek topladı mücevherlerini pınarların. Başka bir bıçak bulmalıydı artık.