11 Ekim 2010 Pazartesi

Başka bir mektubun cevabı

yola çıktığımızdan bu yana, yaklaşık on ve yarım saat,
sayabildiğim rüyalarının sayısı, anlattıklarının büyüsü
ve dudaklarından kelimeleri dökerken,
gözbebeklerinin siyahının ardından geçen
ve özellikle benim kulaklarımdan kaçsın diye parıldattıkların,
onlar daha çok sanki.
bana bütün düşlerini ve düşüncelerini ver diyemem zaten
ki ben de zaten benimkileri veremem.

mola verdiğimizden bu yana, yaklaşık dokuz ve yarım saat,
sayabildiğim zirvelerin sayısı, bulutların büyüsü
ve içinden geçerken bulutların,
o nemli çamların arasından koşan
ve özellikle durup bana bakan boz ve benekli hayvanların
da gözlerinin ardında bir pırıltı
ve telaş hissediliyor.

kıyı kaybolduğundan bu yana, yaklaşık sekiz ve yarım saat,
sayabildiğim yıldızların sayısı, ufka batan dolunayın büyüsü
ve kırmızısında dans ederken yakamozun,
yelkeni ıslıklattıkça rüzgar
ve yanaklarını ıslattıkça dalgalar,
arkamızda akan kanların ruhları ağlıyorlar.

güneyin fiyordlarında doğarken güneş,
kainatın boşluğuna verdiğimiz sözlerle mühürlü bir ateş,
yandıkça kalbimizin en derininde,
sonsuzluktan akacaktır aşkın tohumuna bir nefeş.

1 Eylül 2010 Çarşamba

Bir Yağmurun Ardından...

kitabın düzlüklerine dizili kelimeler, anahtarlar misali açar perdelerini aklımın.
eser bir rüzgar öte alemden, serinler yanan yüreğimdeki kızıl hatıran.
inkârını haykırırsın lakin inanmaz kalbin buna.
bana ait olan kısmın yaslanırken omuzuma, haykırırsın kalbim kırık paramparça.

milyonlarca kulu olan bir firavun misali,
bir emirle inşa eder tapınaklar, hamamlar.
yedi düvel, yedi kitap yoktur hiçbir emsali,
gün gelir, nefes biter girer bizim firavun,
uğruna canlar giden, dağ içinde bir mezar.
üzerine çağlar geçer, doğa eder tarumar.
yedi nesil, yedi savaş eder ama uslanmaz.
özünde su bitmiş ise çatlakları canlanmaz.
o çatlaktan akan kanlar kurur kokar paslanır.
aklın kıvrımında bir sis durur kalır tuzlanır.

kocaman bir sandukanın en dibinde durur o,
çağları ve dağları deviren bir ordunun,
yırtık ve paçavra eski bayraklarıyla,
bazısı yepisyeni, bazısı da külüstür,
deri, kumaş, demir, bakır, zırhından miğferine,
ganimetin harcanmazı, anılar unutmazı,
kocaman sandukanın bucaksız derininde,
ilk gelendir son gider, ışıldar göz ağrısı,
kulaç kulaç geçeceksin denizinde hatıra,
ellerinle döveceksin canavarın geçmişi,
yorgun bitap tükenecek kırışıklar yüzünde,
işte o an öpeceksin gençliğini özünde.

kara kara düşler gördü, güdülemez atlar sevdi,
sabahın buz melteminde yol alırdı, hanlar gördü,
omurunda kıpırdandı, kanat açan ejder gördü,
toprağa el uzatırdı, çalı yattı yılan gördü,
yılkısını suya verdi, gözünden yaş düşer gördü,
akşamın al melteminde, göğe varan duman gördü,
gecenin kör rüyasında, aleviyle yanan gördü.

kocaman bir ağız gibi şehrin bütün insanları,
yutar, çiğner, dırdır eder köyün bütün insanları,
çalışmazsan küfür eder bö'nün yaşlı insanları,
dikkatsizsen düşürür,
uykuluysan devirir,
kederliysen üşütür,
umutluysan doyurur,
dağın serin pınarları.

3 Haziran 2010 Perşembe

Basit ninni

çamurda hep yalın ayak, bata çıka dolanarak,
aslında olduğun yerde inek gibi semirerek,
sal gitsin tüm zincirleri, sal gitsin tüm arzuları,
bırak toprağın nemini, sende kalsın bir avuç su.

terler bastı, yağmur yağdı, deniz coştu, dere aktı,
bir gün dağlar tırmanırken vampir geldi delik açtı,
sal gitsin tüm arzuları, sal gitsin tüm ışıkları,
tut nefesin, biraz dayan, serde kalsın bir parmak ter.

sevdin değer vermediler, sevmedin dertten dediler,
gece gündüz savrulurken düşünceler kalpten akla,
sal gitsin tüm soruları, sal gitsin tüm kutupları,
aç kanadın kulaç kulaç, cevherinde kalsın alaz.

işte şahın toprakları, yaldızlıdır kapıları,
sırmalıdır kuleleri, şerbetlidir dereleri,
sal gitsin tüm mallarını, sal gitsin tüm dostlarını,
çal palanı şah damara, kalsın etten öte özün.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Hızır'a selam olsun

Keskisini her vurduğunda çırak, bir kıymık salvolanıp uçacak.
O yonga düşecek kıvrımlarına elbisenin, ipek ve safran işlemeli ejderha prensesin.
Bir baştır kesilen günün sonundaki çan sesi, allara boyanır yer ile göğün merkezi.
O merkezde var bir kuşun yuvası, içinde iki beyaz iki siyah yumurtası.
Sol cenahım iki kese biri yakut biri safir,
sağ cenahım tektir keçe içi dolu suyla hece.
Suyu içtim kaldı gece.
Heceleri inşa ettim, her birinde vardır nefes,
şaraplara üfledim hep, balıklara yükledim hep.
Gün gelince vardan yoğa, ne tin kaldı ne bir nefes,
gözyaşımdan pınarlanan denizlere ne bir şarap.
Sözler uçtu kaldı toprak, ufku yatar bizden ırak.
Balığın sırtı parlak, var üstünde safir hece.

Sabahları sevmez uyumasını, toplar al ile en sarısını.
Üzerinde durur nemi sanki kendi dudakları, neden desem gülümser hep sanki elma kırmızısı.
Ayağıdır çıplak olan, gözleridir bulutlu.
Dişindedir elma tadı, dili ruhumda kutlu.
İnce-ince ayıkladım, itinayla ateşledim.
Ateş verdi lezzetini, al şarapla dişledim.
Sırtında bir göksel hece, tahayyülle nakışladım.
Uykumdadır deniz dibi, rüyamdadır ufkun çölü.
Ağladıkça çağıldıyor, dalgalarca uğulduyor, bir elinde safir hece balıkları damgalıyor.
İşte oturduk gene, altı dere üstü yosun, güneş batıyor ama sen, bana olmaz diyosun.
Suyun dibi aldatır, göze ışık oynatır, geçelim karşı yakaya tut elimi tuzlu kadın.

Al nefes ver nefes, ses etmeten hırlamadan,
tüylerini parlatmadan, sırtına gün yansıtmadan,
seç avını koca börü, sen söyle ben atılırım.
Lakin akşam olmadan ha, sakın kendin çıkmayasın.
Bak gölgene sakin sabır, uzun olsun çekilesin.
Sol kanatta vardır çalı, sağda çoban saklanasın...
Al nefes ver nefes, sis etmeden yol vermeden,
alazını parlatmadan, dumanına yel katmadan,
seç avını koca börü, sen söyle ben atılırım.
Lakin aklın aymadan ha, sakın beni salmayasın.
Bak gözlere mavi yeşil, kızıl gider atılasın.
Sol kanatta vardır inku, sağda sukku sakınasın.

İşte bitti en sonunda, geldi çattı en sonunda,
bu ne hece bu ne uyak, huzur bitti geldi dayak,
varsa şikâyet aklında, dök eteğin taşlarını,
o taşlardan yapar ülke, şehir, köprü, kervansaray,
ismi kağandan yücedir, diğergamdan cücedir.

2 Mart 2010 Salı

Kozmik yumurta

davullar gümbürdesin, borular üflensin, çağrılsın yeraltının ruhları,
çağrılsın yanlarında baharın yumurtası.
tadı ekşi ve acı.
uzak durana sıcak, yakın durana soğuk kabuğundan taşan saçları.
sarı mı? evet sapsarı.
saçı değil gerizekalı kabuğu sarı.
hiç yumurtanın saçı olur mu?
davullara vursunlar, boruları bağırtsınlar geliyor yeraltının ruhları,
geliyor yanlarında ilkyaz perileri.
ilkyaz pınarlarının perileri.
ışıl ışıl parıldıyor gözleri.
elele dans ediyorlar kara cinlerin üflediği duman üzerinde.
o cinlerin tanrıçası ki şehvetin asası elinde,
aah o kara cinler kıracak yumurtayı gürzleriyle.

02 Şubat 2010 15:12

1 Mart 2010 Pazartesi

Hoşgeldin

nefesimin sesini evinden esirgemek, yatağının sıcağına artık ortak olmamak
ve seni bekleyen olmamak adına, bu yazdıklarımla mutfaktaki çilek reçelini,
banyodaki havlumu sana bırakıyorum.
sabaha karşı ineceksin uçaktan biliyorum.
senin için merdivenlerdeki karları küreyip gidiyorum, düşmemen için
ve ayakların ıslanmasın diye endişeleniyorum ama gidiyorum.
dağları, ormanları ve kumsalları gezdin, eskittin.
evin sessizliğini dinlerken bıraktın usulca eşiğin yanına pabuçlarını.
önce mutfağa sonra banyoya baktın,
gözlerindeki ıslaklığın sebebi evin sıcaklığı olmamaya başladığı sırada ulaşacaksın odamıza...
neden diye sormak isteyecek zihin ve ıslatacaksın ter kokan yastığımı.
ruhun "ben demiştim" dercesine suskun ve mağrur üzerinde hafif serinlikli bir hüzün sisi hakim.
omuriliğimdeki yılan ile toprak soğuk kalbimde bir serinlik ile kristalleşiyor
güneşin gönderdiği kılıçlar bileniyor, dinleniyorum.

01 Eylül 2009 12:07

Taş çember

ağaç dibindeki mantarların sabah yaşantıları taze ve diri
ayağındaki deri pantolon ise ıslak ve kararıyor.
batıdan esen bu nemli rüzgar yapıyor gibi
ama kucağındaki çocuklarda kemiriyor oynadıkça tahta ejderhalarıyla
alevlerin seslerini ağızlarıyla yaptıkça ve acıktıkça karınları
başka bir kararandan yükseliyor duman kendi tıslamasıyla kıpırdanıyor alev.
kadın tutuyor maşayı ve kıpırdanıyor közler nemli ve serin havadaki deniz kokusu
tuz ve yosun ile balık dışkısı barındırıyor
evet yarın sabah için bu mısır ekmekleri
yarın sabah toplanacak taş çemberde yeşil adanın erkekleri
şarkılar ve efsaneler anlatılacak şarabın kırmızı aşkı ile
masallar öğrenecek kadınlar ve ağlayacaklar yazortası yağmurunun serinliğine dair.

20 Ağustos 2009 11:22

26 Şubat 2010 Cuma

Kadınımı ve çocuğumu alıp gitmek istiyorum

önce bulmam lazım. elini tutup öpmem lazım.
etle ve kemikle kaynaşmalıyız. sıradan bir geceyi kutsal yapmalıyız.
kutsal kapıları açıp bir ruhu kafesine sokmalıyız.
ilgi ve şefkat ile ve sabır ve mutluluk ile geçsin zamanın kolları,
kollar kavuştukça kavuşsun ve yapraklar düşsün yere,
yaprakların arkasında yazılı olsun bir roman.
okunsun.
ayaklar yere bassın ve o eşsiz gülümseme okumaya başlasın romanı
ellerimden tutun ve beraber çıkalım gemiye
yelkeni çuhadan dümeni meşeden kara gemiye.
kuzeye götüren rüzgarda tut eteğini uçmasın kadın.
sen de gel kucağıma velet uçmayasın.

26 Ocak 2010 10:51

Ashram

kaz mı idi yoksa kast mı idi bu camvari perdenin efendisi,
yoksa renkleri solmuş bir yağmur mu idi adına muson denen,
çocuk aç ve eller çatlak bir ıslanıp bir kurumaktan,
sanki gobinin çölleri gibi tuzlu göz kenarlarındaki çatlaklardan,
süzülsün himalayanın sanki tuzlu dereleri,
üzülsün himayalanın hanımının o kara boynuzlu cinleri.

yücelerden akan derelerdir sanki tuzlu olan,
ama vardıkça ovalarına bharata'nın döner onu içenlerin rengine.
döndükçe hızlanır ve çağıldar bir bereket akıntısı gibi.
bir el ile değişir yönü o akıntının sanki bir turna sürüsü gibi.
yıldızları izleyenlere giden yolda açılan bir kitap sayfası,
ıslanmaz asla varılamayan özleme akan bir gözyaşı ile.

parayı bulunca kendini renge veren bir kavim var yeşil bir adada yaşıyan,
tabi onların alakası yok zannedilir bu kara olanlar ile,
bu kara olanların var ataları kocaman gemileri olan.
yıldızlara bakan ve isim veren.
onlar dolaştı dünyayı medeniyet eşeğini besleyerekten.

sabahın o yeni yeni ısınan taşlarında çıplak ayak
sırtında bohça ve başında yazma ile salınarak
kaşlarının etrafındaki dövmeler gibi kıvrak
ve o gülümsemesi gibi
ve o belinin kavisi gibi
ah eden bir iç sesi
gel ey güneş ve ganeş kutsa bizi.

her evrenin bir sınavı vardır dedi efendisi
ağacın yargıcı ateştir dedi
gecenin hakimi dolunay
toprağın efendisi su ve suyun efendisi toprak

işte geliyor rüzgarın efendisinin orduları
aralarına katmışlar toprağın ve suyun bölüklerini
ve salacaklar günahkarların üstüne acımadan
bu sebepten topla dağılan bereketi tez zaman
geliyor saçakları ve etekleri kavuran ateş
geliyor günahları temizleyecek olan ganeş.

bir ucu t-nrıya bir ucu ise klifotun zehirli çatal diline bağlı olan ak sakallı kara insan,
gülümsüyor umursamadan evrenin yasasını.
çünkü biliyor yazgısını.

18 Aralık 2009 11:10

22 Şubat 2010 Pazartesi

Ahriman'ın sarayını arayan şah

bozkır sisi buzdan olur, geceden gelir, düşlerin arasına girer.
eğer sönmüş ise yurdunun ocağı, yeraltının ruhlarıyla görünür.
soğuk ve soluk ışıklarıyla bakar o ruhlar.
oysa sen gibi ben gibi ettendir özleri.
ama güneş yok onların diyarında, ondandır kulak tırmalayan sözleri.
ey bunu bilen yaşayan er kişi!
unutma ki bir gürgen bir meşe, yanacaktır sabahı selamlayana dek pür neşe.
kokacaktır saçların amber ve saklanacaktır düşlerin.
sonsuzdur yaşadığım diyar.
bu yüzden bir yere bir göğe bakar gözlerim.
ufkun yutan sonsuzluğundan kaçırırım her zaman.
dayanamam renk değiştiren ovalara, dayanamam destan yazan bulutlara,
destanın satırlarını süsleyen kuş sürülerine...
ben acizim ey güneyin şahı.
kaldıramam bu kadar ihtişamı.
aklım almaz, kalbim kurur ufalanır.
sorma bana sarayında büyüttüğün soruları, sorma aşkı, hayatı ve rüzgarı.
bak yurdumun üstündeki çaputlara, onlar anlatsın sana dünü bugünü yarını...

09 Şubat 2010 11:51

Marsilya'dan Tunus'a deve kervanı

ellerindeki ve yüzündeki kırılmalar, olsa da sert ve tahrip eden,
ve yanında dikilen genç, dese ki bırak bana yol aç
o asla vermez elindeki şansı ve öğretir sabrı
elin büyüsüyle dönen hamuru ve edilmesi gereken sohbeti
gelecekler merak etme.
gene incirin altında uyuyacak torunun
okşayan ellerinin hışırtısı ile düşen yapraklar.
kasım ve hızır.
şimdi olsa da sınırlar ve gümrük kapıları
eskiden ne güzelmiş kervan yolları
bir güneş batımında öğrenilen masallar
olur bir gün doğumunda çorba belki de yemek...
çanların melekleri kaçırdığını söyleyen dinin mensupları
ne hakla göz diktiniz imparatorumun topraklarına
ne hakla söz dizdiniz akıttığınız kanların uğruna?
çok uzaktan değil.
çok yakından da değil.
olması gereken uzaklıktan bak ona...
oysa hepsi birbirine benziyor değil mi mankafa?
kabulüm ve dinginliğim
yıllarca hizmet ettiğim
sevgili eşim, oğlum, babam, sevgilim...
yazortası hasadı ve dans eden alevler.
işte o harita idi, çağların getirdiği kan ve soy namesi ağaçlar
işte ben bu ağaçların altında büyürken söylendi yeni çağa dair tüm ağıtlar
ve ağlandı verilen her hayat dersi için çizildi bu harita
roma'nın hükümdarı ve onun kutsal soyu için.
işte bu anda yudumlarken şarabını antonio
dili ile ararken yanağında kalan nanenin esansını
bakıyordu tabağında kalanların kokusuna
ve düşünüyordu o gecenin kumarı ne üzerine olur?
merak etme anne, gelecek elbet parası bitince
ya da harcayıp bitirecek ama gelecek.
kadının hükümranlığındaki topraklar
bereketli ve her daim meşgul arı gibi
ya da karınca gibi kararlı ve sabırlı
çalışır kışın soğuk geceleri gelene dek.
ve bekler.
kimi anlar olur isyan ile akar gözyaşları
ve eller parçalamak ister bu etten örtüyü
lakin bu anlar için yok mu o evler bu evler ki tanrıların evleri
kaç adet bu tanrılar ya da neden bu kadar çok evi var
neden her anımızda ve kalbimizde değil bir minder ve bir tütsü
işte tepeyi aşıp gelen roma lejyonları
her bir bölükte yüz lejyoner ve başlarında şansöyleler
şövalyeler ve kartallar ile ellerinde fener.
işte geliyor zapt etmeye bu toprakları yüceler.
zaferin sarhoşluğu ile yüklendi ganimetler filoya
batan bir güneşe doğru gider bu filo
sanki yedikçe acıkan bir ejderha gibi kızıl ve acıktıkça saldırgan bir domuz gibi ürkünç.
üzülme elden gidene kadın bunca sene ve bunca ömürdür çektiğin kahır gibi kara
üzerindeki elbise kadar sakin ve sabırlı ol ki bahar yakın.
sinene dökülen kurşunlar gibi ağır ve zehirli olsa da hayat sakla kenara elindeki buğdayları heyhat
bin yıllar önce de aynı idi bu toprak lakin yoktu bir kurgan ile bir kundak
gezerdi hem gökte hem de yerde sürüler birisi yeşertir birisi sarartırdı mütemadiyen
orda yatan aziz, rahip, kral her kim ise huzursuz çalıp giden kendi torunu onu biliyor nursuz.

25 Ağustos 2009 09:33