14 Mart 2011 Pazartesi

Humuslu toprak

sanat dalları olimpiyatlardan çıkarıldığından beridir,
ne nükleer denemeler ne komünist ülkeler,
ne de hızla gelişen teknolojiyle şaşıran kitleler,
beynimin yürek kısmındaki boşluğu kapatamıyor.

toprağa ayaklarımı çıplak basıp, ellerimi de derinine soktuğum zaman,
vücudumdaki elektrik çıksın yalanıyla kovuşturuyorum,
ah bu insanlar, salak sorularını umursamadan soran insanlar…
halbuki bilseler neden yaptığımı,
iskenderin adımlarının ritmini aradığımı,
kilise babalarının ve zerdüştlerin,
özellikle farstan akan dervişlerin,
ağızlarından düşen kırıntılarla beslenen,
toprağa sızan kanlar ile harcını karan o karıncaların
da adımlarının ritmindeki makamın,
ermeni beyleriyle laz oğullarının,
hazar hakanıyla arap şeyhinin,
ve özellikle balkanlardan gelen kavimlerin,
ölüye de diriye de yaktıkları türküler,
aynı makamdadır desem dinler mi beni bu mankurt sürüler?

tamgaladılar tamgaları, hayvanları, insanları,
tarlaları ve dağları sonra taştan yapıları,
alevlerle, boyalarla, kızgın demir, keskin bambu,
aidiyet ve mülkiyet, köleler ve cariyeler,
katiller, hırsızlar ve casuslar,
bir de evlenmek isteyenler,
tamgaladılar tamgaları, kollarını, ellerini,
karanlıkta duvarları ve taşları ve kuşları…

sanayi devrimi dünyayı kasıp kavurduğundan beridir,
kasıp kavrulan şeylerin çoğaldığını düşünüyorumlar
benler ve bendeki senler ve bizlerdeki onlar
dünlerini düşünüyor yarınları için dünüşüyor ve bugün dövüşüyorlar…