günde en az bir kere, hatta bazen iki
hüzün gibi düşüncelerin yoğun olduğu
umutsuzluk gibi adlandırılabilecek bazı hislerin
ağlamaya ramak kalan bazı bedensel titremelerin
bir iki saniye sürdüğü anlar yaşıyorum
pi sayısını üç aldığım için günah işlediğimi düşünüyorum
içimde ve dışımda bir olan
beş ve daha fazlası duyularımla bildiğim ve gözlerinden öptüğüm
tabiat ananın sözünden çıkmaya çok korkuyorum
medeniyet küçükken oynadığım oyuncaklar gibi artık
bir anda kurduğum hayali biçimlendirirken
ardı sıra geliveren başka fikirler ve peşlerindeki hayaller
gün içinde değişen borsa gibi kararsız
aktörleri, rolleri ve kabak tadı vermiş senaryoları
hepsi elimdeki iplere bağlı bir kukla sahnesi
medeniyet dediğimiz dişçi koltuğundaki huysuz bir köpek sahibesi
şehirleri insanlardan arınmış hayal edin lütfen
gözlerindeki feri düşük içi boş fikir hüzmeleri
canımı sıkıyorsunuz insan sürüleri
kendi rızasıyla girdiği mağaradan kurtulmak için
kendi rızasıyla düştü bir yola sebepli
baktı ölçtü izledi tarttı
tutunacaklarını ve bırakacaklarını yazdı bir kenara
not aldı olası fırtınaları
denizin dibindeki kayaları
truvayı fethe giden bir filo kumandanı gibi şanlı
hesaplı kitaplı ve kumkumasıyla şatafatlı
meğersem bu kadarı gereksizmiş diyecekken homer
herkes hektorun giden canına üzüldü
zor değilmiş bir truva fethetmek
bayram edip tütsüler yakmak apolloya
asıl bundan sonra başlıyormuş tantana
doğudan gelen ticaret ve savaşı batıdaki denize sormadan
kuzeyin semasındaki direğe danışmadan
kiralamadan uzun saçlı savaşçılar
ne zor imiş bir koloni daha doğurmak
ne zor imiş truvanın kapısından giren çıkanı doyurmak
sabır ile dövmek gerekiyor kızıl demiri
suyunu kömürünü ince ince vermek
vazgeçmek de erdemdir diyor bilgemsi terli kokuşuk demirci
söylüyor türküler ağıtlar ninniler
fakat dinlemiyor ki yurdun tepesinden geçen hayallerin
rüyasını gören veletler
Vendigroth Wastes
‘Altın yapraklı kutsal kayın! Sekiz gölgeli kutsal kayın! Dokuz köklü, altın yapraklı, Bay-kayın!...’
14 Ağustos 2015 Cuma
22 Mayıs 2014 Perşembe
kampımızı buraya kuralım
çivit bir gökyüzünde fabrikasyon
bulutlar
alelacele akar gider güneşin
yükseldiği yere doğru
buluta sorsak ne kadar uzakta deniz?
güneş tepeye varmadan erişirim demiş
bana sorsalar arada duvar var demişim
rüyamda sorsalar iki adım atmışım
güzel güzel böcekler yüzüyor o
tarafın denizinde
çirkin çirkin balıklar da yüzüyor
kayaların arasında
kurutulmuş balık tarlası kadar
kalabalık
kelebeklerle dolu bir mağara kadar
renkli
dibindeki yarasalar kadar gürültülü
rüyamda attım iki adım ve acıktım
lacivert bir gökyüzünde floresan
lambası gibi
donuk ve arada gidip gelen bir
samanyolu görür gibiyim
biraz soğuk oldu sanki bir battaniye
alıp geleyim
şarap bitti belki de ondandır diye
içinden düşünüyorsun biliyorum
baktığın yıldız tarafında buz
gibi bir deniz var biliyorsun
yıldıza sorsam ne kadar uzakta der ki
aha hemen şurada
bana sorsalar arada çamur var derim
rüyamda sorsalar kabus gibi bir şey
söylerim
soğuk ve eski sütunlar yatıyor o
denizin dibinde
sıcak ve cansız kumlarla örtülü
hepsinin üstü
anlatıla anlatıla özü giden bir
tufan hikayesi
kıskançlıklar yüzünden ayrıldı
gitti alfabesi
çektiler her yanından kopardılar
battaniyemi
soğuk ve çamurluydu rüya, üşüyerek
uyandım
gökyüzünde farklı şekillerde göçen
kuş sürüleri silsilesi
hiyeroglif olup bir şey anlatacaklar
diye düşünüp
vaktimizi boşa harcadığımızı fark
etsek ya
gittikleri yönün sağ tarafındaki
deniz çok uzakmış
bana sorsalar bir sürü ülke kurmamız
gerekirmiş
rüyamda sorsalar hep savaş olur
dermişim
öyle dedi göçen kuşlar
özür dileyip avlandık, rica edip
topladık
güzel konuşup yanımıza kattık
bazılarını
kimimiz ağladı kimimiz güldü
bir brahman başı çekti sürdü
sürüyü
kırmızı bir elma için kurduk otağı
yaktığımız ateş gibiydi rüya
ışıl ışıl ve ısıtıyor
gece karanlıktı ve hafif hafif yağmur
çiseliyordu
dolunay bulutların arasında bir
görünüp bir kayboluyordu
bunlar okuduğun romanın sıkıcı
cümleleri değildi
çünkü çadırın tepesindeki
delikten bakıyordu sincaplar
bu yağmurun geldiği denizi sorar gibi
sincaplar
ben cevaplasam yalan yanlış
konuşurdum
dolunay zaten cevaplamaz
rüyamda cevaplamak isterdim ama
rahatsız etmeyin
çeşmeleri kuruyan azizin krallığı
bitiyordu
boylar ve soylar yavaştan bohçasını
topluyordu
sıcak rüzgarların dağları sivri
dişleri ile sırıtıyordu
ve aslında yağmur da yağmamıştı
ne zamandır
bu yaz ekinler bitmemişti yerden
derelerde ölü balıklar
bir kervan düzülüyordu vadiye giden
sırtındaki bohçasında lanet ve
tanrılar
kızgın ve hırçın delidolu tanrılar
23 Aralık 2013 Pazartesi
Gömlek Değiştiren Ejderha
Öğrenilmiş bir çaresizlik içerisinde bükülüyor zaman,
Yıllarca prova edilmiş bir eskrim müsabakası gibi,
Hamlelerin ezberinde bir dans gösterisi,
Sanki sırf avam görsün diye mahremimizi,
Umarsız ve korkusuzduk, tazeyken mayası.
Minarenin şerefelerine çıkan tüneller gibi
Kulise giden yollarımızı kesiştirmedik,
Duysak da sızlayan kalplerin ağıtlarını,
Olmamış, sevmemiş, düşmemiş gibi ateşe,
Sanki an be an esmiyor mu rüzgar?
Damarlarımdaki kaynayan kanı özleyen,
Yüzündeki henüz eskimemiş mimikleri,
Henüz çatallanmamış ses telleri,
Geldikçe beklenmeyen anın ortasına
Birbirini kesmeyen koridorlarda ayak sesleri
Okyanusla karşılaşan bir dağ gölünün kabuklusu gibi
Korku ve şaşırmışlık ile karışır akıl.
Sözler ve niyet, zamansız hatalara gark olur.
Her zaman doğruyu söyleyen, zanneder her söyleneni doğru,
Kandırır kendini kalbinin şefkatiyle.
Dokunmaya, bakmaya ve hatta düşünmeye korkar olur.
Okyanusun derinliği serin ve enginliği pek hoş.
Ufuk hep berrak olmadı şimdiye dek,
Dalgalar ve fırtınalar daha büyük artık rüyadakilerden
Kumlar ve yosunlar harcolmuş sürükleniyorlar,
Dağ gölünün akılsız kabuklusuna doğru,
Bedbaht ve tarumar etmeye yeminli çığlar gibi.
Buzdan sicimlerle sisler gönderiyor tanrılar.
Ne kadar acıklı, ne kadar acınası da görünse,
Bilinende önce hissedilene inanan bir keşişin,
O bir ısırık aldığı cennet meyvesine arzusu,
Okyanusa arzu duyması gibi ezelsiz,
Ve bitmeyecek bir terennüm gibi ağırdan,
Tok sesleri ile davulları
Yaylarından tınılayan, borularından titreşen,
Kanayan ve hatta kanattığı
Ve hatta bizzat deştiği can için,
Okyanusa arzu duyması gibi ezelsiz ve ebedi,
El, göz ve dil, şifa için,
Çalışmaya devam edecek.
6 Aralık 2013 Cuma
küsuf ve hüsuf
Pusun altında bir göl, gölün ortasında bir ada
Vakur ve sessiz bir kule ışıldamakta
Dolu ayın nüfuzuyla ağır pus parıldamakta
Beklemekte misafirlerini
Kozmik savaşların hikayesini okuyan
Dünyevilerin kiminden kaçan kimine sebep olan
İçindeki savaşın mağlubu ve kurbanı
Kara keşiş geliyor dağların ardından
Doru atında bohçaları atlastan
Takır takır yankılanıyor vadi
Ve hırıl hırıl alınıyor nefesler
Küçük bir kayık var çekilecek kürekler
Pusun içindeki adaya
Kuledeki o eşsiz toplantıya
Göklerden kuşları ve bulutları okuyan
Yerden bitkiler ve kabukları toplayan
Rüyalarının ıssızında kaybolan
Yeşil cübbeli ihtiyarın arabası duyuluyor ormandan
Gıcır gıcır kirişinde bir makam
Mırıldanıyor arabanın şoförü
Ve çıkıyor duman penceresinden
Küçük bir kayık var çekilecek kürekler
Pusun içindeki adaya
Kuledeki o eşsiz toplantıya
Açıldı kartlar, demlendi çaylar
Tütsüler ve yağlar, kalın ciltli kitaplar
Küçük pencerelerinden girer, pusun serin elleri
Kara keşiş soruyor:
Neden behey ihtiyar, kabul ettin bu talebeleri?
Neden verdin bir sürü söz ve tekerlemeleri?
Ehil miydi ki onlar, bu anahtarlara?
Sormaz mı tanrılar, yitip gitse gizleri?
Neden kesip attın peki, bu yalvaran elleri?
Bir damla zehir belki açtı bu zavallı kalpleri
Sonra istemezler mi bu pınarın kalbini?
Açtı defterlerini okudu, yeşil cübbeli ihtiyar
Yeşili rengi değil, kabuğu olan ihtiyar:
Yolda vardır ağaçlar ve taşlar ve kuşlar
İster tanrı şarkılar, kimi zaman ağıtlar
Kapıyı bulamazsan neye yarar anahtar?
Kesip kanı akıtmazsan durur mu hiç ağular?
En güzel öğretmen acıdır demişlerdi
En saygılısı ise aza tamah etmekmiş
En sevgi dolusu da sormasını bilmekmiş
Ya sen kara keşiş oğlum, sen ne biriktirdin?
Dünyanın yollarından ne havadis getirdin?
Kara keşiş eğildi, üç ayaklı ateşe
Mırıldandı birkaç söz, kızıldayan alaza
Tükürüğü karıştı, tuz ile kehribara
Havanında dövüldü, ruh ile dört muhafıza:
Dans ediyor alevler, biçimlenir gölgeler
Büyük suların ardından bir güneş parçalandı
Koca bir tsunami gibi eski dünya yankılandı
Koca kara göktaşının etrafında beyazlar
Eğildi tüm ağaçlar batan güneşe doğru
Sular çekildi geri, dağlar hepten titredi
Kabileler, ordular hepsi birden gürledi
Kızıla doğru bir dalga, yıllar boyu ağladı
Hepsi dindi bir süre, mavi cübbeli geldi
Dedi: "bu bir kum saati, dönecek yakında geri"
"geldiği yurduna ve güneşe, özür dilemek üzere"
Titreşti ateş, geri çekildi gölgeler
Doğruldu kara keşiş gözlerinde damlalar.
Toplandı kartlar, içildi çaylar
Tütsüler ve yağlar, kalın ciltli kitaplar
Tek bacasından çıkar kararların isleri
Kürekler çekildi geri, uyuyan aleme doğru
Kırıldı yumurtanın kabuğu
Beklenen mahşere doğru
24 Kasım 2013 Pazar
dağın çocukları
çaputlarıyla dans ediyor koca çınar
dağın meltemi ile sabahları
ve sularıyla yıkanıyor
kayalarında huzur
çiçekleriyle aşkı hatırladı koca çınar
ışıldayan dalgaları
tarifini o yaşlı kadından öğrenmişti
mayalanması tutulmalar süren bu yoğurdun
gökten ve yerin kemiklerinden sağdığı sütleri toplamasını
rüyalarındaki kızıl ejderden öğrenmişti
sabretmesini ve susmasını
rüyalarında ve dağın eteklerinde öğrenmişti
yeşil cübbeli ihtiyar
asla bir gözyaşı düşmemeliydi sarnıca
yoksa yanar gider idi tüm bu emek ve rayiha
kaç güneş kaç ay tutulmuştu kim bilir
sarnıcın kubbesinde delikler
üfleseler sanki bir ezgi mırıldanacak gibi çizgiler
her sabah tuttuğu nöbeti kaçırırsa yeşil cübbeli ihtiyar
bir kıyamet borusuna döner tüm bu sezgiler.
yıldızlar ve gezegenler yuvarlanıyordu kara atlasın içinde
yıllar önce hesaplanan bir sahneye doğru
sündürülmüş bir güz mevsiminde parlayan
beklenmedik göksel misafire doğru
sürecekti atını kar ve buzun içinden
kartalı ile süzülecek ateşin ve pusun içinden
serinliği gülüşünde saklı suyun kadınına
gözlerinin derinindeki kara atlasın oyununa
kanmamak ve doymamak adına
asla bir gözyaşı düşmemeliydi sarnıca
kökleriyle kucaklıyor dağı koca çınar
denizin meltemi ile akşamları
ve toprağıyla besleniyor
vadilerinde huzur
dağın meltemi ile sabahları
ve sularıyla yıkanıyor
kayalarında huzur
çiçekleriyle aşkı hatırladı koca çınar
ışıldayan dalgaları
tarifini o yaşlı kadından öğrenmişti
mayalanması tutulmalar süren bu yoğurdun
gökten ve yerin kemiklerinden sağdığı sütleri toplamasını
rüyalarındaki kızıl ejderden öğrenmişti
sabretmesini ve susmasını
rüyalarında ve dağın eteklerinde öğrenmişti
yeşil cübbeli ihtiyar
asla bir gözyaşı düşmemeliydi sarnıca
yoksa yanar gider idi tüm bu emek ve rayiha
kaç güneş kaç ay tutulmuştu kim bilir
sarnıcın kubbesinde delikler
üfleseler sanki bir ezgi mırıldanacak gibi çizgiler
her sabah tuttuğu nöbeti kaçırırsa yeşil cübbeli ihtiyar
bir kıyamet borusuna döner tüm bu sezgiler.
yıldızlar ve gezegenler yuvarlanıyordu kara atlasın içinde
yıllar önce hesaplanan bir sahneye doğru
sündürülmüş bir güz mevsiminde parlayan
beklenmedik göksel misafire doğru
sürecekti atını kar ve buzun içinden
kartalı ile süzülecek ateşin ve pusun içinden
serinliği gülüşünde saklı suyun kadınına
gözlerinin derinindeki kara atlasın oyununa
kanmamak ve doymamak adına
asla bir gözyaşı düşmemeliydi sarnıca
kökleriyle kucaklıyor dağı koca çınar
denizin meltemi ile akşamları
ve toprağıyla besleniyor
vadilerinde huzur
12 Kasım 2013 Salı
bir gece
zamir kullanmadan bir emir yazıyordu
kara zırhının ortasında
kızıl bir gül olan şövalye
közlerin içine sokuyordu ellerini
gözlerinde buzdan daha soğuk bir gece
bacasından doğrulan bir dumandı
ve kuytusunda gölgenin
söyleniyordu fısıltılar ve sorular
mumlar ve kandiller
oynayan gölgeler
ninni dinlediğini zanneden kirli sakallı bir cüce
rüyasında tahtlar ve krallar deviriyordu sinsice
boya kullanmadan bir resim yapıyordu
kara perdenin ortasına
kızıl bir fırça ile bir cüce
kilerinde peynirler, şaraplar ve kurutulmuş sebzeler
kahkahalarla karışan bir ezgi
bacasından doğrulan bir dumandı
ve kuytusunda sofranın
söyleniyordu masallar ve ordular
kalçalar ve memeler
oynayan zilliler
rüya gördüğünü sanan kirli sakallı bir şövalye
karşısında rakslar ediliyordu sinsice
ağıt kullanmadan dürülüyordu bir gece
kara gökyüzünün ardına
kara zırhının ortasında
kızıl bir gül olan şövalye
közlerin içine sokuyordu ellerini
gözlerinde buzdan daha soğuk bir gece
bacasından doğrulan bir dumandı
ve kuytusunda gölgenin
söyleniyordu fısıltılar ve sorular
mumlar ve kandiller
oynayan gölgeler
ninni dinlediğini zanneden kirli sakallı bir cüce
rüyasında tahtlar ve krallar deviriyordu sinsice
boya kullanmadan bir resim yapıyordu
kara perdenin ortasına
kızıl bir fırça ile bir cüce
kilerinde peynirler, şaraplar ve kurutulmuş sebzeler
kahkahalarla karışan bir ezgi
bacasından doğrulan bir dumandı
ve kuytusunda sofranın
söyleniyordu masallar ve ordular
kalçalar ve memeler
oynayan zilliler
rüya gördüğünü sanan kirli sakallı bir şövalye
karşısında rakslar ediliyordu sinsice
ağıt kullanmadan dürülüyordu bir gece
kara gökyüzünün ardına
11 Kasım 2013 Pazartesi
kara keşişin donları
Yaralarının kabuklarına bakarak okuyordu geleceği keşiş,
Sırtının vadilerindeki irinleri kokluyordu keşiş,
Aşarken taş kemeri itina ile
Bir yıldızları bir de ağaçların gölgelerini izledi
Zirvesinde fark etti doğudan gelenleri
Dua etti pınarların yönü değişsin diye
Bir kuzgun oldu süzüldü kayalardan
Bıçak gibi keskin sivri dişli yarlardan
Kartalların ve baykuşların yavrularını korkutmamak için
Süzüldü tan yeri ağarmadan
Kondu bir yamacın ucuna
Gördü gelen kervanın sancaklarını
Duydu ağıtların sancılarını
Bir tilki oldu kıvrıldı çalılardan
Itır gibi keskin ve dikenli çalılardan
Yer kuşlarını ve kemirgenleri ürkütmemek için
Saklandı tüylerini parlatacak ışıktan
Geldi bir ormanın kıyısına
Bildi kimin soyu bu kervan
Okudu rüyaların şeritlerini
Okudu kabusların ifritlerini
Yaralarının kabuklarını saklıyordu kara keşiş
Bir de balıkların pullarını
Uzak iç denizin defne yapraklarını
Ve satirlerin dışkılarını
Sağaltmak ve süzmek için kederini kervanın
Saklıyordu sırtında kerpiç izleri
Dikenli kırbaçlarla beraber saklı gizleri
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)